29 Mart 2015 Pazar

Vücut, Et ve Ruh: Hayvanlaşmak - Gilles Deleuze

Vücut Figürdür --ya da daha çok Figürün malzemesi. Her şeyden önce Figürün malzemesini mekandaki --çok farklı bir şey olan--maddi yapı ile asla karıştırmamak gerekir. Vücut bir Figürdür, bir yapı değil. Diğer taraftan Figür de bir vücut olduğundan bir surat değildir --hatta suratı bile yoktur. Bir kellesi vardır, çünkü kelle vücutun ayrılmaz parçasıdır. Hatta onun salt kelle olduğu bile söylense yeridir. Portre ressamı olarak Francis Bacon kelleleri resimler, suratları değil. İkisi arasında çok büyük fark vardır çünkü. Çünkü surat kelleyi kaplayıp örten yapılaşmış bir mekansal örgütlenmesidir. Kelle ise vücudun yoldaşıdır --üstünde olsa bile... Bir ruhu olmadığı manasına gelmez bu --ama bu vücudu olan bir ruhtur, cismanidir, hayati nefestir, hayvani ruhtur... O insanın hayvani ruhudur: domuzuna ruh, buffalonun ruhu, itin ruhu, yarasa ruhu... Bu Bacon'un bir portreci olarak çok özel bir projeyi yürütmekte olduğu manasına gelir: suratı silip atmak, suratın altında saklı kelleyi keşfedip yüzeye çıkarmak.
Vücutların başına gelen özürler de kellenin hayvani özellikleridir. Hayvan şekilleriyle suratın şekilleri arasında asla bir ilişki yoktur --bunlar hiçbir zaman birbirlerine tekabül etmezler. Aslında surat şeklini şemailini çoktan, temizlik ve fırçalama ameliyatları yüzünden kaybetmiştir bile --bunlar onu dezorganize etmişlerdir ve bu sayede kelle orada tomurcuklanmıştır. Ama hayvanlığın işaretleri ve özellikleri de asla hayvanca şekiller değildirler, temiz pak kısımları ziyaret eden ruhlardır onlar: kelleyi ortaya çıkarırlar suratın ardında, suratsız, yüzsüz bir kelleyi bireyleştirir, ona bir nitelik kazandırırlar. Bacon'un kullandığı usullerin en başta geleni işte bu temizlemedir ve çok özel bir anlamı vardır. Olan bir adamın başının yerini bir hayvanın kellesinin almasıdır; ama bu da bir şekil olarak hayvan değil şema olarak hayvandır --mesela temizlik yapılmış bölgede uçuşup duran bir kuşun titrek şeması... Öte yandan surat portrelerinin simülakraları bunun yanında (1976 Triptiğinde olduğu gibi) yalnızca 'tanık' olarak işe yararlar. Bir hayvan, mesela gerçek bir it, efendisinin gölgesi gibi olan bir şemadır. Ya da tam tersine herifin gölgesi özerk ve belirlenmemiş bir hayvani varoluş kazanmıştır. Gölge vücuttan kendisine barınak sağlayıp baktığımız bir hayvan gibi kaçıp gitmektedir. Şekillerin birbirine tekabül etmesinin yerine Bacon resminin kurduğu ayırdedilemezin, kakrlaştırılamazın hayvanla insan arasına yerleştirdiği bir bölgedir. İnsan hayvan olur, ama hayvan da beraberce ruh olmadan, insanın ruhuna, Eumenides ya da kader olarak aynada sunulmuş insanın ruhuna dönüşmeksizin bu olmaz. Bu asla bir şekiller birleşmesi değildir, tam aksine basbayağı bir olgudur: insan ve hayvan dediğimiz sıradan olgu yani. O kadar ki Bacon'un en belirgin Figürü eşlenmiş bir figürle başlıyor, altta yatan boğa güreşinin üzerinde hayvanıyla sarmaşdolaş eşleşen insan.
Ayırdedilemezin bu nesnel bölgesi vücudun bütünüyle başlamalıydı --ama tabii ten ve et olarak vücutla. Hiç kuşku götürmez ki vücudun kemikleri de var, ama onlar sadece mekansal bir yapı... Etle kemik arasında bir sürü ayrım yapılmıştır --hatta et-kemik ilişkileri arasında da... Vücut ancak kemikler tarafından ayakta tutulmaktan kurtulursa, et kemikleri kaplamayı bırakıp ikisi karşılıklı bir ilişkiye girebilirse çıkagelecektir ?ama bunun için ikisinin de bağımsız olmaları gerekiyor: yani vücudun maddi yapısı olarak kemikler, Figürün cismani malzemesi olarak da et. Bacon Edgar Dégas'nın Banyonun Ardından'ındaki (1885-86) genç kadına hayrandır --omurgası kırılmış, eti delip çıkıyor gibi --et ise daha bir kırılgan ve titrek, daha bir hareketli ve akrobatik. Bambaşka bir kompozisyondaki başaşağı edilmiş bir Figüründe Bacon da benzeri bir omurganın resmini yapar. Ten ile kemikler arasındaki bu resimsel gerilim başarılması gereken bir iştir sanki. Daha belirgin bir şekilde söylemek gerekirse, resimdeki bu gerilmeyi getiren etten başkası değildir --en azından renklerin göz kamaştırıcılığıyla... Et vücudun öyle bir durumudur ki orada ten ve kemikler kompozisyona yapısal olarak katılmak yerine yerel bir tarzda karşı karşıya gelirler.Aynı şekilde ağız ve dişler de --çünkü dişler minik kemiklerdir. Ette sanki ten kemiklerden damlayıp düşmektedir ve o sırada kemikler de tenin üzerine yükseliverirler. Rembrandt ve Sutin'e karşıt olarak işte bu tam manasıyla Bacon'a özgüdür. Eğer Bacon'da vücudun "yorumlanması" diye bir şey varsa bunu kalkmış kolu veya kalçası orada öyle kemik gibi duran uzanmış figürleri, etleri kemikleri üzerinden sarkıp dökülen bir halde resmetmesidir. Böylece 1968 Triptiğinin orta panelinde tanıkların önünde hayvan ruhlarına dönüşen uyuyan ikizler vardır --ama kolları havada uyuyan adam serileri, tek bacağı dikey duran uyuyan kadın dizileri, kalçaları yukarı kalkmış uyuyan ya da uyuşturucu bağımlısı kadın figürleri... Görünüşteki Sadizmin çok ötesinde kemikler sanki bir jimnastik aleti gibiler (iskeletimsi bir çerçeve gibi) ve etler orada akrobatlık yapıyorlar. Vücudun atletizmi etin jimnastiğine doğalca uzanıyor. Bacon'un eserinde düşmenin önemine tanık olacağız. Ama çarmıh resimlerinde bile ilgilendiği işte bu dökülüp düşmedir ve batıp giden kelle eti ifşa eder. Ve 1962'deki ya da 1965'teki çarmıhlarda tıpkı bir koltuk kenarı ya da kemikler karkası gibi, etleri tam manasıyla kemiklerin üzerinden dökülürken görebiliyoruz. Tıpkı Franz Kafka'da olduğu gibi Bacon'da da omurga kemiği sanki masumca uyuyan birinin vücudunun içine bir işkencecinin sapladığı ve derinin hemen altından geçen bir kılıç haline dönüşür. Hatta bazan resim bittikten sonra tesadüfi bir boya katkısıyla eğreti bir tarzda bir kemik eklenivermiştir sanki oraya...
Ama aynı şeyi --evet gerçekten tam da aynı şeyi et ve kelle için de söyleyebiliriz --yani insanlarla hayvanlar arasında karar kılamadığımız nesnel bölge için... Kellenin et olduğu nesnel olarak söylenebilir mi (yani etin ruh olduğunu söylediğimiz gibi)? Vücudun bütün kısımları arasında kemiklere en yakın olanı kelle değil mi? El Greco'ya bakın sonra da Hayim Sutin'in resimlerine. Sanki görülüyor ki Bacon bu meseleyi onlar gibi yaşamıyor. Kemik yüze aittir onda, kelleye değil. Bacon için ölünün kellesi yoktur. Kelle kemiksizdir. Ama asla yumuşak değildir --sağlam ve sıkıdır. Kelle tendir, ettir ve bir ölüm maskesi değil, kendini kemiklerden söküp alabilen ve onlardan ayrılan sıkı bir et bloğudur; bunlar William Blake'in bir portresi üstüne yapılmış etüdlerdir. Bacon'un kendi kellesi yörüngesiz çok güzel bir bakışın ziyaret ettiği ettir. Ve Rembrandt'ı da işte bununla onurlandırır: böyle bir yörüngesiz et yığını halinde son bir otoportre boyamış olduğu için... Bacon'un eseri boyunca kelle-et ilişkisi, yani etkafalılık gittikçe daha samimileşen yoğun ebat değişiklikleri geçirmiştir. Başlangıçta et (yani bir tarafta ten, öte tarafta kemik) kelle-figürünün durduğu bir çerçevenin, trabzanın kenarına yerleştirilmiştir; ama aynı zamanda bu kalın damlalı ve etli bir yağmurun, suratını şemsiyeyle kapatmış bir kelleyi kuşatmasıdır. Papanın ağzından fışkıran çığlık, gözlerinden fışkıran acıma duygusu ... bunların hepsinin hedefi ettir... tıpkı önceki iki çarmıh vakası gibi... Ve sonra etin de kellesi vardır --çarmıhtan döküle saçıla inerken... Sonra Bacon'un yaptığı bütün kelleler de etle özdeşleşmeye yüz tutarlar --ve en incelikli olanları arasında etin rengine boyananları vardır, yani kızıl ve maviye... Son olarak, etin kendisi bir kelledir ve kelle sanki etin yerelliğini kaybeden kuvveti olmuştur --mesela 1950 tarihli Bir Çarmıha Gerilme Parçacığı (Fragment of a Crucifixion). Orada artık et her zerresiyle haykırıyor ve bir it ruhu haçın tepesinden seyrediyor onu. Bacon'un bu resmini sevmemesinin nedeni sanki usulunu çok basit bir şekilde açık etmesidir --etin göbeğine bir ağız kazıverseydi mesele hallolurdu. Ağzın ve ağız içinin etle akrabalığı henüz tam manasıyla belirmemişti o sırada --kesik bir atardamar gibi atmalıydı orada veya bir atardamara batan bir şiş gibi olmalıydı... bir atardamar kesiti... Bunu Sweeney Cançekişenleri'nde (Sweeney Agonistes) buluyoruz. Ve sonra ağız o kadar büyük bir yersiz-yurtsuzlaştırma kuvvetine kavuşuyor ki bütün eti suratsız, yüzsüz bir kelleye çeviriyor. Bu artık belli, özelleşmiş bir organ değil, vücudun bütününün dışarıya kaçacağı bir delik --ve oradan ten ve etler dışarıya damlıyorlar... Bacon'un "çığlık" veya "haykırış" dediği şey: ete dokunan ölçüsüz bir acıma...
Resimler

Edgar Dégas, Banyonun Ardından, 1886... Kabul edilmeli ki Dégas'nın en ilgilendiği konulardan birisi banyo sonrası çıplak kadın figürleriydi... Benim saptayabildiğim en az onbeş "banyodan sonra" tablosu var... Ama Deleuze'ün bahsettiği "anatomik tuhaflığı" bu resimden başka hiçbir yerde bulamıyoruz...

Rembrandt'ın 1669 tarihli son, bitkin, sarkmış etli otoportresi...

Francis Bacon: Şahitler --dana eti ve hayvanlaşan vücut...
RESİMLER -2

Bacon --otoportre... etkafa... ve aynı anda belirsizce her yere bakabilen bakışlar...

Bacon, Muybridge enstantanelerinin yorumu --kovayla su döken kadın: ve suyun nereye aktığına bakın... ve dört ayak üstünde yürüyebilen felçli çocuk...


RESİMLER -3
T. S. Eliot'un şiirinden: "Sweeney Agonistes" --Sweeney'li Cançekişenler... Parçalanma, Cançekişme ve Tanıklık...
Ben bu hali sadece Deleuze'ün "duyuşun mantığı" çerçevesinde değil, Sartre'ın "pratico-inerte" mefhumu bakımından da yorumlamaya çabalamak gerektiğini hep düşündüm...



RESİMLER -4

Köpek... yani bir it... sahibinin sesi... sahibinin gölgesi... lağım koklamaya hazırlanıyor... bence "efendisi" daha bir gölge... Deleuze'ün "evcil" hayvanlardan pek hoşlanmadığını biliyoruz: "bir çocuğun sokakta bulduğu bir kediyi eve getirip aslında her zaman beklenen bir yaratığı getirmiş olduğunu hissettiği o meşum an..."

RESİMLER -5
 

Bacon: savaş çıkışı boyanmış bu resim konusunda denecek çok şey var... her şeyden önce etin kemikten ilk ayrılışı ve mezbahadaki bir hayvandan (buluttan?) gelen bir et yağmurunun altında suratını gizleyen kelle... Bacon'da çok erken bir dönemde iskeletin "dışarıda" olduğu, biçime, yapıya, yani yüze ait olduğu anlaşılıyor... bütün bir Dölözyen-Artaud'cu "Organsız Vücut" mefhumu buradan damıtılabilir...

Çeviren: Ulus Baker

27 Mart 2015 Cuma

Occupy İşgal Hareketine Anarşistlerden Eleştiri

Biz %1’iz
Sizi gördük. Sizi duyduk. Şimdi her yerdesiniz. Kim olduğunuzu biliyoruz. Kapitalizmin
yarattığı olumsuzlukların artmasına ve devletin görevini suistimal etmesine karşı protestolar
düzenleyen %99’sunuz. Seçim reformları, toplumsal alternatifler, ekonomik yardımlar, siyasi
önlemler talep eden %99’sunuz. Geleceğinizi kaybetmekten, şu ana kadar yaşadığınız gibi ( bir
iş, bir ücret, ev için kredi, emekli maaşı alamamaktan) yaşayamamaktan dertli %99’sunuz. En
azından bu kadarcık bir hayat… En fazlasından iyi bir kariyer… İstediğiniz şey bu. Krizin faturasını
ödemek istemiyorsunuz. İstediğiniz her şey eskiden olduğu gibi yaşamaya devam etmek. Günbegün
hayatınızın ve duygularınızın anlamını boşaltan ekranı kimsenin kapatmamasını istiyorsunuz. Ve
bütün bunların hepsini hükümetlerden ve bankalardan istiyorsunuz. Çünkü demokrasi: iktidar için
değil herkesin iyiliği için uğraşan egemenler ve kar ile değil toplumun mutluluğu ile ilgilenen banka
sahipleri demektir. Aynı peri masallarında, filmlerde olduğu gibi…
Mutlu bir son beklemek, işleri bir yere vardırmakta son derece yavaş. Sizin bu hayalperest boyun
eğişlerinizi paylaşmayan kimseye tahammülünüz yok. Madrid’ten Atina’ya, Roma’dan Portland’a ;
devletler ve şirketler gibi kurumlarda özgürlük aranmayacağını bilen, dahası baskının ve sefaletin
kaynağının bu kurumlar olduğunu söyleyen öfkeli insanları hemen durdurmakta ve kınamakta çok
hızlısınız. Öfkeyi filmlerde yaşanabilir bir şey olarak algılıyorsunuz. Maskeniz düştü; itaat etmeyi,
boyun eğmeyi talep ediyorsunuz. Öfkeli bir toplumla karşılaştığınızda sivil, düzenli ve eğitimli
protestolarınızın içi boşalıyor. Protestolarınızın etkisi sizin kadar olacak; dizlerinizin üstünde ne kadar
etki edersiniz.
Şimdi sizin bu kadar çok nefret ettiğiniz %1’in kim olduğunu biliyoruz. Yazdıklarınızla, hizmet
siparişlerinizle, polis muhbirlerinizle herkese gerçek düşmanınızın kim olduğunu gösterdiniz. Bunun
saygılarınızı her fırsatta gösterdiğiniz yönetici sınıf olmadığı kesin. Düşmanınız biziz. Düşmanınız,
devleti savunmayan ya da iyi yönde değişeceğini düşünmeyen biziz. Düşmanınız, koruması gereken
bir piyasası olmayan biziz.Düşmanınız, herhangi bir otoriteyi kabul etmeyen biziz. Düşmanınız
yaşamları banka hesaplarına indirgenemeyecek biziz. Düşmanınız, krizin şimdi piyasalarda var olan
spekülasyonlarla ve yanlış ekonomik politikalarla ya da parlamentoda oturanların kapasitesizliği
ile başlamadığını gören biziz. Düşmanınız, bu sistem içinde her günün risk içinde ve kendimizi fark
etmeden geçtiğinin farkında olan biziz.
Sizin %99’unuzun talep ettiği hiçbir şeyi istemiyoruz. Kapitalizmi yumuşatma, devleti doğrultma
taleplerinizle; İktidarı ve ayrıcalıkları sadece kredi kartına indirgeyen politik algılarınızla; izci
kamplarını hatırlatan şehirde çadır kurma eylemlerinizle; karşısında olduğunuz şeyi belirleyişteki
anlaşılmazlığınızla; siyasetçileri, fabrikatörleri, güvenlik güçlerini eylemlerinize davet için açtığınız
kollarınızla; artık giderek zayıflayıp statüko içinde donuklaşan eylemlerinizle sizin reformlarınızı,
işbirlikçiliğinizi, yabancılaşmış emeğinizi, sosyal demokrat taleplerinizi reddediyoruz.
Yakındığımız sefaletin gerçek nedenini biliyoruz; iktidar, para kültü, ve varlığını devam ettirdikleri
itaat. Bu nedenler, kendimizi her geçen gün yabancı hissettiğimiz toplum içindeki ilişkilerimizdeki
hareketlerimizle ilişkilerimizle, insanın günlük yaşantısında kendini gerçekliyor. Bu nedenler
reddedilmeli, yok edilmeli. Buna karşı sahip olduğumuz en büyük güç mücadelelerimizdir. Modern
yaşamlarımızın %99’unda kendi hayatımızmış gibi yaşamıyoruz. Ufak bir ekmek parçasına yalvarmak
için sıraya giriyoruz. Siz problemin parçası olan %99’unuzu savunmaya devam edin. Bürokratların
ve polislerin gölgesinde yükseltin sloganlarınızı. Yaşamı bu hale getirenlerle paylaşın mekânlarınızı.
Elinizde “dünün pisliği” daha güzel yarınlara bakmaya çalışın. Sizinle aynı gemide yer almayacağız.
Küçük gördüğünüz, zayıf gördüğünüz “kendi gemilerimizde yol alacağız”.
Ama izleyin. Bizim düşmanlarımızla aynı gemide olanlar, kaybetmenin ne olduğunu anlayacaklar.
Komik mi? Gücümüz olmadığı için bizden korkmuyor musunuz? Bizi yanlış anladınız. Sizin geminizi ele
geçirecek değiliz. Geminizin bütün iktidar hırslılarıyla batıp gitmesini istiyoruz. Bunu yapmak için koca
bir donanma gerekmiyor. Küçük ve zayıf bir gemi buna yeter ve artar.
çeviri: anarşi haber

25 Mart 2015 Çarşamba

Anarşistler Kimlerdir? | Alfredo M. Bonanno


Anarşistler kime karşı mücadele ederler?
-Tüm sahalarda(idari, finansal, politik, askeri vs.) gücün merkezi teşkilatı olarak görülen Devlet’e,

-Devletin idari kurumu olan ve tüm zaptetme, çalıştırma, kontrol etme vs. Işlerini yapan hükümete,

-Hem sahadaki verimli ilişkilerin hem de bireysel kapitalistlerin, onların aktivilerinin, projelerinin ve bu bağlamdaki suç ortaklarının yükselişi olarak görülen Kapitalizme,

-Devletin ve sermayenin bölündüğü münferit taraflara karşıdır. Diğer bir deyişle, polis, adliye, ordu, okul, gazeteler, televizyon, sendikalar, büyük çok uluslu firmalar, vs.

-Devlet yapısının dayandığı ana çekirdeği biçimlendiren aileye,

-Politika dünyasına karşı, bu nedenle de tüm politik partilere, burjuvazi demokrasisini ifade eden Parlementoya ve gerçek toplumsal problemleri maskelemeye yardım eden politik ideolojilere,

-Faşistlere ve Devlet, Sermaye tarafından kullanılan baskının diğer tüm kollarına,
-Baskı için etkileyici ve inandırıcı bir müttefik inşa eden Kilise ve dine,
-İnsanlara karşı kullanılan silahlı bir güç olan orduya,
-Sömürülmüş sınıfların en zayıfına yönelik baskıyı kurumsallaştıran hapishanelere,
-Farklıyı sindiren sığınma evlerine karşıdır.

Peki anarşistler hangi yanlış fikirlerle karşı  mücadele ediyorlar?

-Tam anlamıyla yasaları, politik partileri, parlamentoları, referandumları, oyları vs. kullanarak toplumsal problemler yaratan reformistlere,
-İnsanı, daima çalışmaya ve itaat etmeye elverişli bir otomaton haline indirgemeyi isteyen faydacılığa, (Orjinal metinde ‘efficientism’ kullanışmıştır, fakat tam bir karşılığı olmadığından faydacılık diye çevirirlmiştir, ‘efficiency’: yeterlilik, etkinlik, verimlilik anlamlarına gelir. )
-Soyut bir insan fikrine barış ve güvenlik çağrısı yapan fakat düşman sınıflara saldırmak üzere hiçbir somut harekette bulunmayan insancıllığa,
-Sömürülenlerin özgürleşmeleri için ellerindeki tek silah olan şiddeti engelleyen pasif direnişe karşı.
-Diğer ulusların yerine anavatanı yeğlemek gibi saçma bir fikri besleyen vatanseverliğe karşıdır, oysaki sömürülenlerin anavatanı yoktur aksine onlar tüm dünya sömürülenleriyle kardeştirler.
-Görevlerinin anavatanı korumak olduğu bahanesiyle, orduların hareketlerini haklı bulan  militarizme,
-İnsan ırkının bir bölümünü aşağı olarak tanımlayan ırkçılığa,
-Kadınları seks objesine indirgeyen erkek şovenizmine,
-Kendisini boğucu tersyüz edilmiş bir erkek şovenizmi ile kapatmış feminizme,
-Sömürülenleri doğrudan eylemden ayrı tutan delegelere,
-Kişiyi toplumsal katmanlara yönelik eğiten hiyerarşiye,
-Tüm bireyselliği sindiren itaate,
-Bireyin özerk gelişimini engelleyen otoriteye,
-Reformizmin ideolojik örtüsü, evrimciliğinse modern bir versiyonu olan ilericiliğe,
-Ekonomiyi sınıf sömürücülüğü tarihinin merkezine koyan iktisadiyatcılığa,
-İktisadiyatcılığın doğrudan ürünü olan sendikacılığa karşıdır, ki bu da sınıf mücadelesinin işyeri düzeyinde iddialarla sınırlanması anlamına gelir. Anarkosendikalizm, tüm devrimsel beyanları yanısıra  bu reformist sınırlamadan da kaçmıyor.Anarşistler ne ister..

-Devlet, hükümet, kapitalizm, aile, din, ordu, hapishaneler, sığınma evleri ve yasayı diğerlerini birşeyler yapmaya zorlamak için kullanan her yetkinin feshedilmesini. Hem çalışanların / sosyalist devletin, hem de proleterya diktatörlüğünün her halini red edişi de bundandır.

-Toprağın,  çalışma gereçlerinin, materyallerin, makinelerin, fabrikaların özel mülkiyetinin ve yaşamak için gerekli olan üretim ihtiyaçlarının bertaraf edilmesi.
-Aylıklı çalışmanın kaldırılması ve işin, kendi yetenekleri ve ihtiyaçlarının yanısıra fikirleri temel alınarak birleşmiş bireysel grupların belirleyeceği minumum bir düzeye indirilmesi.
-Geleneksel aile yapısının, aşk, karşılıklı sevgi ve ayrıca gerçek bir seksüel eşitliğe dayalı ortak bir hayat ile yer değiştirmesi.
-Hayatın, bir ürün gibi karşılaşılacak problemlere, benimsenen ilgi alanlarına ve geliştirilen ilişkilere göre değişecek özgür ilişkilere dayalı bir organizasyonu. Bu organizasyonların hepsinin komün gruplarınca yerel bazda birleşmesi, sonrasında, devrimin kurtarılmış bölgelerine olabildiğince ulaşana kadar ilişkileri daha geniş anlamda bir birleşime yaymak.
-Özgür bir toplumda, bu özgürlüğün gerçekleştiği süre çerçevesinde anlamlı olacak ücretsiz ve bireysel yetenekleri uyarmaya yönelik bir eğitim.
-Ateist ve din karşıtı propagandaların yayılması daima gereklidir, çünkü meydana gelen özgürleşme bile bu problemler üzerine sınırlı açıklamaların ötesinde çalışmalar yapamıyor.
-İnsanın insan üzerindeki hakimiyeti bitene kadar sosyal devrimin tamamlanması.

Anarşistlerin kullanmayı istedikleri araçlar..

-Bilinçli bireylerin aktif azınlığı olan özel anarşist organizasyonlar.Ki bu bireyler, kişisel ve politik eğilimlerini paylaşan ve devrime yönelik organize olmak için kendilerine sömürülmüş demeyi amaçlayan bireylerdir.
-Kendilerine özgü yapılarını hiç değiştirmezken, kendi davalarını daha iyi koordine edebilmek için gayri resmi, federal anlaşmalarla birbiriyle birleşen farklı anarşist gruplardan oluşmuş bir federasyon.
-Hakim yapının ne niyette olduğunu ve sömürülenlerin karşı karşıya olduğu tehlikelerin kitaplar, broşürler, gazeteler, kitapçıklar, duvar yazıları vb. aracılığıyla propagandası. Ayrıca, anarşist mücadelenin bulgularını tedarik etmek ve anarşistlerin kim olduğunu göstermek, ya da sömürüleni isyan etmeye, itaatin ve teslim olmanın sonuçlarını kınamaya zorlamak.
-Daha iyi şartlara sahip olmak için mücadele etmek- Reformist olmamamıza rağmen, kişinin şu anki durumundaki ilerlemeleri ( maaş, ikamet, sağlık, eğitim,iş vs.) elde tutma mücadelesi, bu anları kendilerinde bir son olarak görmeselerde anarşistlerin varlığı olarak görürler. Özörgütlenmenin ve diğer bütün seviyelerde doğrudan etki yaratmak için kaçınılmaz olan delege reddinin unsurlarını geliştirebilsinler diye sömürülenleri bu tarz bir mücadeleye itiyorlar.
-Sömürülenle birlikte sosyal devrimin de farkına varmak için sert mücadele gerekir.  Sınıf düşmanına karşı(devlet, hükümet, sermaye, kilise vs.) saldırı muhakkak sert olmalıdır, aksi taktirde yalnızca steril bir protesto olacak ve sınıf hakimiyetine bir takviye tayin edecektir. Bu saldırı şu şekillerde olabilirdi;
a) bireysel yapılara yada baskıdan sorumlu olan insanlara karşı ayrılan saldırılar,
b) belli bir azınlıkça yapılan isyankar bir saldırı,
c) kütlesen isyankar bir saldırı,
d) kütlesen devrimsel bir saldırı.
En baştan başlayan bu seviyelerin her biri, başarılı bir tanesini geliştirecek şartları yaratabilir de yaratamayabilir de. Politik ve ekonomik analizler belli sınırlarda bu olasılığı ön görebilir, fakat kesin bir sonuç veremez: eylemin kendisi eylem için tek testtir. Şiddetli mücadenin ahlaki dayanağı zaten yüzyıllardır güç ile tatbik edilmiş olan baskının gerçekliğinde vardır.

Devrim, Şiddet ve Otoriter Rejim Karşıtlığı’dan alınmıştır, Elephant Yayınları, Londra.

Alfredo M.Bonanno

Çeviri:S. D.* Haftalık anarşist yayın Kıyamet’in 29. sayısından alıntı.

Stalin ve LGBTİ mücadelesi | Meriç Aytekin

Tarihsel arka planı görmezden gelinerek farklı fikirlerin ve mücadelelerinin yan yana getirilmeye çalışılmasını ya da müttefik olarak adlandırılmaya başlanmasını her zaman tehlikeli bulmuşumdur. Bugün özellikle Gezi Parkı direnişinden sonra LGBT mücadelesinin farklı gruplar tarafından önemli bulunmaya başlanması ve LGBT mücadelesinin toplumsal dönüşümde önemli bir etkiye sahip olduğunun kavranması tarihsel süreçleri görmezden gelen bazı benim deyimimle yapay bir “yoldaş”lık ilişkisinin örülme çabasını doğurdu.

Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki Marksizm’in kadınlar ve LGBTİ bireyler için bir kurtuluş yöntemi sunabileceğine inanmıyorum. Bu ister Ortodoks anlamda bir Marksizm olsun isterse post-Marksizm olsun… Marksizm’in kaba anlamıyla en temelde iktidarı ele geçirmeye dayanan ve “otorite” kavramını derinlemesine sorunsallaştırmayan bir ideoloji olduğunu düşünmekteyim ve LGBTİ özgürleşmesinin iktidar temelli bir mücadele ile özgürlüğe giden bir yol çizebileceğini düşünmüyorum.

Marksizm ile LGBT mücadelesinin teorik olarak yan yana gelip gelemeyeceği bir yana asıl önemli olan; tarihte kendine Marksist diyen hareketlerin ve iktidarların LGBTİ bireylere yaptıkları zulümlerin bizim tarihsel hafızamızda nereye denk düştüğü sorusu bu tarihselliğe sahip çıkan ama aynı zamanda LGBT mücadelesi yürüttüğünü söyleyen bireylerin cevaplaması gereken hayati bir soru.

Bahsetmek istediğim bu pratikler üzerinden Marksizm’in bütüncül anlamıyla homofobik olduğunu söylemek değil elbette. (böylesi bir çıkarım çok tutarsız olurdu) Bahsetmek istediğim homofobik bir tarihselliğe sahip çıkarak, homofobik olmayan bir dünyayı inşa etme istediğinin ne kadar çelişkili olduğudur.

Her ne kadar Ekim 1917’de Lenin’in eşcinselliğin suç olmasına dair yasayı değiştirdiği LGBT hareketi ile ilgilenen sosyalistler tarafından sık sık vurgulansa da (bu konuda başka tartışmalar olmasına rağmen şimdilik 1917’yi es geçiyorum ) Stalin döneminde LGBTİ bireylere yapılanlar Bolşevik iktidarının LGBTİ bireyler için nasıl bir baskı mekanizması olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 1917’de suç olmaktan çıkarılan eşcinsellik 1933’de Stalin iktidarı tarafından yeniden suç kapsamına alınmıştır. Erkek egemen edebiyatın en gözde öncülerinden olan Maksim Gorki 1933’de yazdığı bir makalede eşcinselliğin ve faşizmin kökünü kurutmaktan 1933 yasasını onaylarcasına bahseder. (Zizek,2002,p.256) Muhtemelen Nazilere atıfta bulunulan bu yazıda Gorki, Nazilerin de Bolşevik parti gibi eşcinselliği bir bozulma olarak gördüğünü bilmiyordu.

Stalin döneminde erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunmanın cezası 5 yıla kadar hapis istemiydi. 1980’e kadar kaç tane eşcinsel bireyin bu devlet şiddetine maruz kaldığı bilinmese de 1980 yılında 1000 kadar kişinin “eşcinsel olma suçundan” tutuklu olduğu bilinmekteydi. Yine KGB tarafından tutulan kara liste ile eşcinsel olduğundan şüphelenilen bireyler kayda geçirilerek bu durumun kanıtlanmasından sonra diğer eşcinsel bireyler gibi hapse atılmışlardır.

Sovyet toplumunun LGBT bireylere bakış açısını değiştirmek gibi bir kaygısı olmayan Bolşeviklerin Stalin döneminde açıkça homofobiyi teorize ettiğini ve eşcinsel bireylere karşı korkunç bir baskı rejimini başlattığını söyleyebiliriz. Bugün Sochi olimpiyatlarıyla homofobinin devlet eliyle yeniden desteklendiği bir dönemde Rusya’daki LGBT aktivistleri Stalin’den Putin’e ideolojik farklılıklar varmış gibi görünse de LGBTİ bireyler açısından erkek egemen iktidarın nefretinin ve saldırganlığının çok değişmediğini vurgulamaktadır.

Tüm bu ufak(!) tarihsel bilgileri bir kenara bırakırsa, hala kendini Stalinist olarak tanımlayan yada Stalin’i devrimci bir önder veya teorisyen olarak sahiplenenlerin LGBTİ özgürlüğünden bahsetmesi sizce ne kadar tutarlı bir yere denk düşüyor? Stalin’in, Gorki’nin ve o dönem eşcinsel bireylere savaş açan zihniyetin eleştirisini yapmadan bu bireylerin ellerinin eşcinsel kanına bulaştığını söylemeden LGBTİ mücadelesinden nasıl bahsedebiliriz?

Stalin’in ve o dönemki Bolşevik efendilerin eşcinsel katili olduğunu söylememiz tarihsel bir gerçekliktir. Ancak biz bu tarihsel gerçeklikten bahsettiğimizde Stalinizm ve Stalin ile bağlarını koparamamış ama LGBTİ mücadelesinin içinde yer almak isteyen arkadaşlarımız hemen savunma refleksi olarak “Stalin”nin bu davranışlarını eleştiriyoruz” söylemini önümüze sunuyorlar.

Dersim katliamını yapanları eleştirmek yerine bu katliamı yapanların bir insanlık suçu işlediğini ve açıkça eli kanlı katiller olduğunu söyleyebilenler nasıl oluyor da iş Stalin’in ve o dönemki diğer Bolşeviklerin eşcinselleri katlettiği gerçeğine gelince sadece “eleştirmek” ile yetinebiliyorlar? Nasıl oluyor da Stalin’in eşcinsel bireyleri katletmesi eleştirilebilir ve sonrasında görmezden gelinebilir bir eylem olarak değerlendirilebiliyor?

Eğer devrimci bir etikten bahsediyorsak bu devrimci etik yapılan katliamları sadece eleştirmek ve onları bir “hata” olarak adlandırmakla yetinmemelidir. Nasıl dersim katliamını yapanlara, Nazilere ve diğer bütün faşistlere açıkça katil olduğunu söyleyebiliyorsak Stalin’in de bir eşcinsel katili olduğunu söyleyebilmeliyiz.

Maalesef tutarlılık bazı ideolojik çıkarların önüne geçiyor olacak ki bu gerçeği söylemek bazı oluşumlar için çok zor oluyor. Çünkü Stalin ile bağlarını koparamamış Marksist oluşumlar Stalin’in eşcinsel katili olduğunu söylemektense yaptıklarını “eleştirmek” gibi bir konum almayı ideolojik alt yapılarını kaybetmeme açısından işlevsel görüyorlar. Nedense bu gruplar içinde yer alan Marksistlerin resmi ideolojinin katliamlarına bir çırpıda katil dediğini ve katillerin kim olduğunu açıkça söylediğini sık sık görürüz ama konu Stalin’e gelince eşcinsel bireyleri katlettiği gerçeği bir katil ve bu katliama maruz kalan öznenin varlığını onaylamaktan ziyade “eleştiriyoruz” söylemi olarak karşımıza çıkıyor.

Sonuç olarak böylesi bir tarihsellik varken, Stalin’in eşcinsel katili olduğu ortadayken hem Stalin’den bahsedip hem de LGBTİ mücadelesinden bahsetmek hiç bir şekilde LGBTİ mücadelesi açısından kabul edilebilir olmamalıdır. Önce Stalin ve Hitler gibi eşcinsel bireylerin açıkça homofobik katiller olduğunu söyleyebilelim ondan sonra LGBTİ mücadelesinin ne kadar önemli olduğundan dem vuralım ve LGBT bireylerin Gezi’nin verdiği coşku ile tarihi hemen unutacağı gibi hatalı bir fikre kapılmayalım.

Meriç Aytekin


Kaynaklar:
Zizek,Slavoj (2002).Revolution at the gates.London:Verso
Kaynak: Kaos GL

Neden Parlemento Bir Hiledir? – Andrew Flood

Kesinti, kesinti ve daha fazla kesinti karşılığında, seçimlerde güneşin, ayın ve yıldızların söz verilmesine alıştık artık. Bunun sebebi bütün siyasetçilerin yalancı olması mı sadece, yoksa bunun daha derinlerde yatan nedenleri mi var? Seçimlere katılmamak, Bakunin’in döneminden beri anarşist bir taktik olarak süregelmiştir. Bu makalede anarşistlerin seçimlere katılmamayı veya geçersiz oy kullanmayı savunmasının nedenlerinden bazılarını ele alacağız.
Oy kullanma hakkı, işçilerin (ve kadınların oy kullanma hakkını savunan kadınların!), son birkaç yüzyıldaki zorlu mücadeleleriyle kazandıkları [haklardan] birisidir. Bir diktatörlükte yaşamaktansa, parlamenter bir demokraside yaşamanın tercih edilir olduğu gayet açık. En kusurlu demokrasiler bile, diktatörlüklerin asla kabul etmeyeceği bazı haklardan –sendikaların görece bağımsızlığı, kısıtlı gösteri hakkı, belli bir miktar ifade özgürlüğü gibi– vazgeçmek zorunda kalmışlardır.
Ancak, sendika karşıtı yasanın 31inci maddesinden ve milliyetçilerin Belfast şehir merkezinde yürüyüş yapmalarının engellenmesinden anlaşıldığı üzere, bunların hiçbirisi mutlak [olan haklar] değildir. Özgürlüğün miktarı, patronların sistemin akışını devam ettirmek üzere vermeleri gereken [özgürlük miktarı] tarafından, artı işçilerin mücadelesi sonucunda vermek zorunda kaldıkları [özgürlük miktarı] tarafından belirlenir.
Parlamentonun gerçek amacı, tüm halkın arzularına göre ülkenin yönetilmesini sağlamak, tüm görüşleri eşit olarak değerlendirmek değildir. Parlamento, bunun yerine, ardında kapitalizmin gerçekte idare edilmesi faaliyetinin devam ettirildiği demokratik bir maske sağlar.
Goodman meselesi ve birkaç yıl önce İrlanda Sigorta Şirketi’nin kurtarılması, gerçek kararların büyük endüstri şirketlerinin yönetim ofislerinde nasıl alındığını gözler önüne serdi. Pek ihtimal dahilinde olmasa da, seçilen hükümetin patronların gözünde çok ileri gitmesi halinde, [patronlar hükümeti görevden] uzaklaştırmak için gerekli araçları kullanmakta oldukça çabuklardır.
Maskenin Arkasındaki
Bunun belki de bilinen en iyi örneği, 1972′de Şili’de demokratik bir şekilde seçilen Allende hükümetinin uzaklaştırılmasıdır. [Allende hükümeti], kısıtlı bir reform paketini çıkarmaya ve bazı büyük Amerikan sanayilerini millileştirmeye çalışmıştı. Sonuç ise CİA tarafından desteklenen bir askeri darbe oldu.
Şili’deki işçiler, kendilerini özgürleştirmek üzere seçilmiş az sayıdaki temsilciye dayanmaları nedeniyle siyasi olarak silahsızlanmışlardı. Orduya karşı örgütlü direniş çok kısıtlıydı, ve [darbenin] hemen akabinde 30.000′den fazla militan öldürüldü ve 1.000.000 kişi ülkeden kaçarak sürgüne gitti.
Ancak, kapitalizm pratikte nadiren bu tip yöntemlere gereksinim duyar; medya üstündeki kontrolleri ve siyasi partilerin finansman için büyük iş alemine dayanmaları, denetim için yeterlidir. İrlanda ve Britanya İşçi Partileri gibi örgütler, zamanlarının çoğunu Tories veya Fianna Fail kadar iyi bir şekilde kapitalizmi idare edebileceklerini ispatlamakla geçirirler.
Onlar, kendi politikalarının grevlerden ve diğer sınıf mücadelesi biçimlerinden sakınmanın yolu olduğunu iddia ederler. Sınıf işbirliği politikalarının, lokavtlara ve sendika göçermeye dayanan katı sınıf mücadelesine göre, kapitalizm için daha etkin olduğunu söylerler.
Patronlar açısından, bu genellikle iyi bir argümandır, bazen endüstriyel barış karşılığında birkaç kırıntıdan vazgeçmeye değer. Diğer zamanlarda, ciddi bir kriz ücretlerin veya yaşam standartlarının bastırılmasını gerektirdiğinde ise, her zaman bu hükümeti kesintiler yapmaya zorlayabilirler; veya genel seçim sürecini hızlandırabilirler veya –aşırı durumlarda– polis devletini kullanabilirler.
Ekonomik ve Sosyal İlerleme Programı(PESP) Mantığı
Bu tip bir mantığın sosyalizmle hiçbir alakası yoktur. Aslında şu anki Fail/PD hükümeti –daha önceleri ise PNR–, Ekonomik ve Sosyal İlerleme Programı [ing. Programme of Economic and Social Progress] sayesinde aynı mantığı başarıyla uyguluyorlar. Bu anlaşmanın anlamı, artık sendika bürokratları enflasyonun altındaki bir ücret artışı karşılığında fiilen grevleri durduracak ve sabote edeceklerdir. Yani şirket kârlarının ikiye katlandığı, İrlanda ekonomisinin görece bir “patlama” dönemi yaşadığı bir zamanda, İrlandalı işçiler ücret ve istihdam anlamında gerçek kayıplara maruz kalmakta ve sosyal ücret (sağlık, eğitim vb. dahil) bağlamında ise mevzi kaybetmektedir.
İşçi ve Emek Partileri PESP’nin bazı kısımlarına itiraz edebilirler, ancak kendi hükümet stratejilerinin de bir parçası olan “toplumsal ortaklık” fikrini desteklemektedirler.
Daha radikal reformist hükümetlerin seçildiği (henüz İrlanda’da olmasa da başka ülkelerde) zamanlarda olmuştur kuşkusuz. 1936 İspanya’sı ve savaş sonrası Britanya İşçi hükümeti bunlar arasında sayılabilir. Ancak bu hükümetlerin işlevi, işçi sınıfını toplumasal bir devrim yolundan alıkoymak, aynı kazanımların parlamento yoluyla elde edilebileceğini savunmak olmuştur.
Faşist bir darbenin yaşandığı İspanya vakası test edilirse, hükümet işçi sınıfını silahlandırmak yerine faşist hükümetle müzakereye oturmayı tercih etmiştir. İspanya’da faşizme karşı ilk direniş, silahlara el koyarak, dinamit ve silahlarla faşist kışlalarına saldıran CNT’li anarşistler olmuştur.
Benzer bir örnek, Rus devriminin hemen akabinde, bütün Avrupa’da ardı ardına çeşitli ülkelerde, reformistlerin seçilmelerinin devrimi engelleyeceği argümanını işlemeleridir. Bize oy verin ve kapitalizmi kurtarın. Ne yazık ki böyle dönemlerde, bu gibi partiler sıklıkla kitlesel bir destek kazanmaktadır; işte bu nedenle, anarşistlerin reformizm etrafındaki argümanları, devrimle kaybolup gideceğini düşünmek yerine, bugünden ele almaları hayatidir.
İyi Liderler
Bu argümanlar birçok devrimci sosyalist arasında yaygındır, ancak anarşistlerin parlamenter sürece karşı çıkmak için çok daha temel nedenleri vardır. Bu süreç, işçi sınıfı kitlesinin az sayıdaki temsilcisinin parlamentoya girmesine ve onlar adına mücadele etmesine dayanır. Onların [işçi sınıfının] yegane katılımı, birkaç yılda bir oy vermeye gitmelerinden, gazete satımı veya benzeri yollarla partiye oy toplamaktan ve desteklemekten ibarettir. Neil Killock’dan Mary Robinson’a kadar fiziki bir lidere veya liderlere dayanmamız, durumu bizim açımızdan belirginleştirmektedir.
Anarşistler, herhangi gerçek bir sosyalist / anarşist toplumun az sayıdaki bireyin iyi eylemleriyle ortaya çıkabileceğine inanmazlar. Yüzyıl kadar önce Uluslararası İşçi Birliği (daha çok ‘Birinci Enternasyonal’ olarak bilinir) etrafında anarşist hareketin başlamasından beri, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak işçi sınıfının kendi eylemliliğiyle başarılabileceğini savunduk.
O zaman bu tartışma Marksistlerleydi, şimdi ise Doğu Avrupa’nın çöküşünün eşiğinde pekçok ana Marksist partinin çökmesiyle beraber, bu tartışma temelde reformistlerle yapılmaktadır. Anarşist toplumu meydana getirme süreci, ya işçi kitleleriyle yapılacaktır ya da asla gerçekleşmeyecektir.
Bu fikir, tabii ki parlamenter düşüncenin tam tersidir. Kapitalizm olarak adlandırılan karmaşadan kurtulmak için, iyi, kötü veya tarafsız olan az sayıdaki lideri istemiyoruz. Aslında bu tip seçkinlerin gerekli görüldüğü her türlü fikre devamlı karşı çıkmışızdır.
Parlamenter siyaset, sizin işinizi (veya işinizin bir kısmını) yapacak insanlar için oy kullanmanıza dayanır. En iyi niyetli bireyin bile kendisini bir erk konumunda bulması, [kendi] çıkarlarının temsil ettiklerinkinden farklılaşmasına neden olur. Bu, bakanlar ve başbakan için olduğu kadar, devrimciler ve sendika bürokratları için de doğrudur.
Argümanlar Geliştirmek
Bu, bizi anarşistlerin parlamenter sistemle nasıl başa çıkmaları gerektiği sorusuna getirir. Herkesi oy kullanmamaya nasıl ikna edeceğiz? Belki de tüm enerjimizi seçim karşıtı kampanyalara harcamamız gerekiyor.
Aslında bu, anarşistlerin çoğu tarafından asli bir faaliyet olarak değerlendirilmez. Amacımız sadece % 10′un oy kullandığı bir seçim değildir, böyle bir şeyin kendisi anlamsız olacaktır. ABD’nde çoğu seçimlerde [seçmenlerin] yaklaşık % 30′u oy kullanmaktadır ve muhtamelen nüfüsun % 50′si oy kullanmak için kayıt bile olmamıştır. Ne var ki, ancak bir aptal bunun ABD’nin İrlanda’dan daha anarşist demek olduğunu iddia edebilir. Eğer bu % 10 veya 30 hala hükümeti seçiyorsa, bu % 99 da olabilir.
Bizim amacımız, işçi sınıfının anarşizmin fikir ve taktiklerini benimsemesiyle toplumu değiştirmektir. Bu ise, şu anda içinde yaşadığımız ekonomik sistemin (kapitalizmin) yıkılmasını ve işçilerin özyönetimi altında olan sosyalizmin [bunun] yerini almasını içerir. Oy kullanmamak basitçe bir ümitsizlik göstergesi olabilir (Oy kullansak ne olur ki?), biz ise işçilerin alternatif için aktif bir şekilde mücadele etmesini istiyoruz.
Seçim karşıtlığımız iki şeyi ifade etmek üzere tasarlanmıştır. İlk olarak, parlamentonun toplumdaki gerçek iktidar yeri olmadığı. İkinci olarak, anarşizmi geliştirmek görevi küçük TD grupları için değil, işçi sınıfı için olduğu.
Anarşist fikirlerin desteklenmesini sadece soyut propaganda yoluyla değil, anarşistler olarak işçi sınıfının mücadelesine katılarak, ve anarşizmin reformizme göre nasıl en iyi araçları sağladığını gün ve gün gösterek sağlayacağız.
Reformist İşçiler
İşçi sınıfı içindeki aktif militanlardan çoğu reformist partileri desteklemekte, bu açık bir gerçek. Bu, pekçok devrimci grubun seçim zamanlarında ‘hayale kapılmadan İşçi Partisine oy verin’ veya ‘İşçi Partisine oy verin, ama soyalist bir alternatif kurun’ gibi sloganlarla işçilere seslenmesine yol açmıştır. Biz bunu yapmıyoruz.
Bu sloganlardaki problem, bunların değişimin hala küçük bir seçkinler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği fikrini yansıtmasıdır. Bu söylemi, bunun reformist partileri teste tabi tutarak, onları [kendi] taraftarlarına teşhir edebileceklerini söyleyerek savunurlar. Herhangi bir İrlanda sol reformist örgütlenmesine genel bir bakışın göstereceği üzere, bu saçmadır.
Reformist örgütlenmeler düzinelerce olayda testi geçememiştir. İşçiler, bu örgütlerin sosyalizmi getireceğine inandıkları için değil, onları kötünün en iyisi olarak gördükleri için oy verirler.
Bu, aynı zamanda reformist partilere oy vermek için kullanılan bir argümandır. Fianna Fail veya Fine Gael’den biraz daha iyi olsalar da, bu partileri desteklemeyi reddeden aşırı-solcular değil midir? Bunun iki cevabı vardır.
İlki, karar alınmasının asıl olarak parlamentoda değil de sanayide gerçekleştiği biliniyorken, hükümette çoğunluk oluştursalar bile bu örgütlenmeler ancak kapitalizmin onlara izin verdiği şeyleri yapabilirler. Onların tek argümanı, kapitalizmi daha insancıl bir şekilde örgütlemektir. Biz kapitalizme daha insancıl bir yüz vermek değil, onu ezmek istiyoruz. Ücret kesintileri yapan ve grevleri kıran bir sosyalist hükümet görüntüsü –tıpkı Doğu Avrupa’daki sosyalist polis devletlerinin varlığının yaptığı üzere, sosyalizmin işçi sınıfının gözündeki itibarını zedelemektedir .
İkincisi, bu bir enerji meselesidir. Reformist örgütleri desteklemek için harcanan bu tip çabalar, daha iyi çalışma koşulları, daha iyi ücretler için yapılan mücadelelerden alıp götürülen bir enerjidir. Seçimler, birkaç ay boyunca toplumda hiçbir değişikliğin olmadığı bir boşlukta gerçekleşmemektedir.
Binlerce işçinin katıldığı bir grev veya gösterisinin, gerçek bir değişime neden olma şansı, 20 tane İşçi veya Emek partisi TD’sinin seçilmesinden daha fazladır. Pek çok Şili’li sosyalistin fark ettiği üzere, bu tip örgütlenmeleri destekleyen devrimciler aslında gerçekte kendi mezarlarını kazmaktadırlar.
Kuralın İstisnaları
Anarşistlerin seçimlere katılan bireyleri desteklediği durumlar da vardır. Bu, bu tip insanların belli bir mesele bağlamında ve [seçildikten sonra parlamentodan] çekileceği temelinde, [seçime] katılmaları durumunda olur. Bu, kapitalist medya tarafından büyük bir karşı kampanyayla karşılaşıldığı zamanlarda, [bu konuda] kitlesel desteği göstermenin etkili bir yolu olabilir. Diğer destekleme biçimleri aktivistlerin tehdit edilmesi, öldürülmesi gibi nedenlerle oldukça zor olabilir.
İrlanda bağlamında bu tip bir örnek, siyasi statüleri için H-Blok’un 1989′da yaptığı açlık grevidir. Bobby Sands’in Fermanagh/Güney Tyrone’dan parlamento üyesi seçilmesi ve iki H-Blok mahkumunun sınırın güneyinden TD olarak seçilmesi, açlık grevlerine gösterilen kitlesel bir destektir. Bu, sadece küçük bir azınlığın desteğine sahip olduklarını iddia eden hükümetin ve medyanın savlarını çürütmüştür.
Bu tür bir destek, işçilerin serbestçe ortaya çıkarak gösteri, grev yapmaları [için] güvenin sağlanması temelinde yapılmalıdır. Bunun kendisi bir hedef değildir, bu tip bir hareketlenmeyi sağlamak için bir taktiktir sadece.
Bunun da problemleri vardır; bu birey, seçimden önce [verdiği] eğer seçilirse çekileceği vaadinin aksine hareket edebilir. Açlık grevcilerinin [parlamentodaki] yerlerini alamadığı açlık grevi olayında dahi, bu tip bir taktiğin tehlikeleri ortadadır. Bu [destek}, Sinn Fein tarafından emperyalizm karşıtı mücadelede, seçim siyasetinin doğru bir yönelim olduğunun kanıtı olarak değerlendirilmiştir.
Açlık grevi döneminde sınırın Kuzeyi ve Güneyindeki grevlere dayanan kitlesel kampanya potansiyeli böylece kaybedilmiştir. Tek bir konuyla ilgilenen bir adayın desteklenmesi kararı, kampanyanın daha sonraki yönelimi hakkında zorlu tartışmaları içerir, ve bu hafife alınmamalıdır.
Anarşistlerin patronların seçim sürecine katılmamayı teşvik etmeyeceği başka bir durum ise referandumlardır. WSM, Boşanma Eylemi Grubu'na [ing. Divorce Action Group] dahildi (ve aslında hala dahildir). 1986 referandumunun ciddi kısıtlamalarına rağmen yine de EVET oyu için uğraştık.
1983′deki kürtaj karşıtı referandumda anarşistler HAYIR oyunu savundular. Tabii ki her iki referandumun sonuçlarını da nihai olarak kabul etmiyoruz. Hala boşanma hakkı; ve serbest, güvenli kürtaj talebi de dahil olmak üzere kadınların kendi üretkenliklerini kontrol etme hakkı için mücadele ediyoruz. Bu gibi hakların kendileri demokratik haklardır, karara varmak üzere çoğunluğun oy kullanacağı bir şey değildirler.
Reformist partilerdeki insanlara ne söylüyoruz? Onlar göz ardı edilemezler (ve edilmemelidirler). Hükümete katılan partinizin, veya 1981′de azınlık Fianna Fail hükümetini destekleyen İşçi Partisinin siciline bakın diyoruz.
Partinizin neyi savunduğuna bakın. Partinizin, sendika bürokrasindeki siciline bakın. Reformist partilerin diğer ülkelerde oynadığı tarihsel role bakın. Reformistler teste tabi tutuldular, ve yüzlerce kez başarısız oldular. Bırakın onları, anarşizm hakkında daha fazla öğrenin ve işçi sınıfının kendi kurtuluş kavgasına katılın.
Çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak: “Why Parliament Is Fraud”, Workers Solidarity Movement.

Sınıf Savaşımı – 1870 – Mihail Bakunin

Proudhon ve M. Louis Blanc hariç, 1848 devrimini ve Aralık 1851 askeri darbesinini yazan tarihçiler, ve Victor Hugo ve Quinets gibi burjuva radikalizminin büyük yazarları, Aralık suçları ve canileri hakkında oldukça detaylı bir şekilde yorumda bulundular, ama Haziran suçları ve canilerinden bahsetmeye asla tenezzül dahi etmediler. Üstelik Aralık’ta olanların aslında Haziran’ın ölümcül bir sonucu ve daha geniş çapta bir tekrarı olduğu gerçeği gayet açık bir şekilde ortadayken.
Haziran hakkındaki bu sessizlik neden? Yoksa bunun sebebi Haziran canilerinin, yukarıda bahsedilen yazarların ahlâki olarak az ya da çok suç ortaklığı içinde bulundukları burjuva cumhuriyetçileri olması mıdır? İlkelerinde suç ortakları olmak, ve bu nedenle de dolaylı olarak hareketlerinde suç ortağı olmak. Bu olası bir nedendir, fakat kesin olan başka bir tanesi vardır. Haziran suçları sadece emekçileri vurmuştur, devrimci sosyalistleri; yani tüm bu saygıdeğer yazarların temsil ettikleri sınıfa yabancıdır, ve [o sınıfın] ilkelerinin doğal düşmanlarına karşı yapılmıştır. Aralık suçu bu saygıdeğer yazarların toplumsal kardeşlerine ve onların siyasi dinsel ortaklarına [ing. co-religionist] karşı saldırmış, ve binlerce burjuva cumhuriyetçisini sürgüne mahkum etmiştir. Bunun yanısıra bizzat kendileri de bunun kurbanı olmuşlardır. Onların Aralık suçlarına aşırı duyarlılığı, ve Haziran’dakilere karşı kayıtsızlıkları bu nedenledir.
Genel bir kural: Bir burjuva –ne kadar kızıl cumhuriyetçi olursa olsun— bir başka burjuvanın –isterse bu deli bir emperyalist olsun– başına gelen felaketten, halktan birisi olan bir emekçinin başına gelen felakete göre çok daha derinden etkilenir, çok daha fazla uyarılır ve ateşlenir. Şüphesiz bu faklılıkta büyük bir adaletsizlik vardır, ama bu adaletsizlik önceden planlanmış bir şey değildir. Bu içgüdüseldir. Bu ise insanoğlu üzerinde, fikirlerinden ve siyasi inançlarından çok daha fazla etkiye sahip olan hayat şartları ve alışkanlıklardan kaynaklanır. Koşullar ve alışkanlıklar, onların varolmalarının, gelişimlerinin, düşünülmesinin ve işlemelerinin [işlerlik kazanmalarının] özel biçimi; onların tüm toplumsal ilişkileri çok yönlü ve çeşit çeşittir, ama yine de aynı amaca doğru yönelirler; burjuva dünyasının genel toplumsal tutkusunu ve yaşamını meydana getiren çıkarlardaki bu çeşitlilik, bu dünyaya [burjuva dünyasına] ait olanlar arasında, burjuvazinin bir kısmı ile emekçiler arasında olabileceğinden çok daha fazla sonsuz derecede gerçek, daha derin ve şüphesiz daha samimi bir birliktelik oluşturur. Siyasi görüşlerdeki hiçbir farklılık burjuva topluluğunun çıkarlarınının üstesinden gelmeye yetmez. Siyasi görüşlerin görünüşteki [zahiri] hiç bir mutabakatı burjuvaziyi emekçilerden ayıran çıkarlardaki karşıtlığın üstesinden gelmeye yetmez. İnanç ve fikirlerden meydana gelen topluluk, sınıf çıkarları ve önyargılarından meydana gelen topluluğun bir bağımlısıdır [altkümesi] ve bu her zaman böyledir.
Yaşam düşünceye hakim olur ve iradeyi belirler. Bu, toplumsal ve siyasi bir olgu hakkında herhangi bir şeyi anlamayı arzuladığımızda asla gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. Eğer insanlar arasında samimi ve bütüncül bir düşünce ve irade topluluğu oluşturmak istiyorsak, o zaman onu benzer yaşam koşullarında veya çıkar toplumlarında buluruz. Ve işte böyle olduğu içindir ki, bizzat varolmalarının temelindeki koşullar nedeni ile, ve burjuvazinin dünyası ile emekçinin dünyası arasındaki derin uçurum nedeni ile –birisi sömürenin dünyası, diğeri bunun kurbanı olan sömürülenin dünyası–, ulaştığım sonuç şudur; burjuva çevresinde doğan ve yetişen birisi eğer emekçilerin gerçek ve koşulsuz arkadaşı ve kardeşi olmak istiyorsa, geçmiş varoluşunun [yaşamının] tüm koşullarından vazgeçmelidir; ve tüm burjuva alışkanlıklarını ardında bırakmalıdır. Kendisini burjuvazinin dünyası ile olan duygusal ilişkilerinden, onun gururundan ve tutkusundan koparıp almalıdır. Ona sırtını dönmeli ve onun düşmanı olmalıdır; uzlaşmaz savaşı ilan etmelidir ve tüm kalbiyle kendisini emekçinin dünyası ve amacına adamalıdır.
Eğer adalet için olan tutkusu onu bu gözüpekliliği ve kararlığı gösterecek kadar şevklendirmek için yetersizse, bırakın kendi kendisini aldatmasın ve bırakın emekçileri aldatmasın. O hiçbir zaman onların arkadaşı olamaz ve her krizde onların düşmanı olmak zorundadır. Onun adalet üstüne soyut düşünceleri ve hayalleri sömürülen dünyada hiç bir şeyin hareket etmediği zamanlarda, kolayca onu saatlerce süren dingin bir yansımanın içine alacaktır. Ama ateşkes yerini uzlaşmaz savaşa bırakıp, mücadele anı gelip çattığında, çıkarları onu sömürenlerin saflarında hizmet etmeye zorlayacaktır. Bu bir zamanlar arkadaşımız olan birisinin başına geldi. Burjuvazinin dünyası ile bağlantılarını koparmamış olan pekçok iyi cumhuriyetçi ve sosyalistin başına yine gelecektir.
Toplumsal düşmanlıklar [ing. hatreds] dini düşmanlıklar gibidirler. Yoğun ve derindirler. Siyasi düşmanlıklar gibi yapay değildirler. İşte bu gerçek burjuva demokratlarının Bonapartistlere karşı olan düşkünlüklerini açıklar. Aynı zamanda da sosyalist devrimcilere karşı olan aşırı katılıklarını açıklar. Ekonomik çıkarlarının baskısından dolayı, öncekilerden [Bonapartistlerden] sonrakilere göre [sosyalist devrimcilere] çok daha az nefret duyarlar. Sonuçta ise bastırılmış kitlelere karşı bir genel tepki oluşturmak için Bonapartislerle birleşirler.
Çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak: “Bakunin’s Writings”, Guy A. Aldred Modern Publishers, Indore Kraus Reprint co., New York, 1947.
Kaynak: “The Class War” (Anarchist Archives’te yer almaktadır).

Yunanistan: Nikos Romanos’un Açlık Grevleri Üzerine Mesajı

roma

10 Aralık 2014’te eğitim hakkı için 31 gün boyunca sürdürdüğü açlık grevini, taleplerinin kabûl edilmesiyle sonlandıran anarşist tutsak Nikos Romanos, 2 Mart’tan bu yana Yunanistan’da C Tipi hapishanelere karşı yürütülen açlık greviyle ilgili olarak bir mesaj yayınladı:


2 Mart günü, anarşist ve siyasi tutsaklar umut tacirlerinin sol yönetimine rağmen, pürüzsüz bir şekilde yürüyen terörle mücadele kampanyasının gizli içeriğini hedef alan bir açlık grevine başladılar. Savaşan Tutsaklar Ağı’nda (DAK) yer alan anarşist yoldaşlar ve Maziotis, Koufodinas ve Gournas geçtiğimiz yıllar içerisinde süregiden baskının gelişimini ifade eden genel bir çerçeve ortaya koydular. Bu sebeple, taleplerinin her biri olağanüstü hâl rejimini ve onun baskıdan başka bir şey olmayan temel dışavurumunu ortaya dökmektedir. SYRIZA seçildikten sonra – aralarında benim de olduğum – pek çok yoldaş, SYRIZA’yı gerçek yüzünü meydana çıkarmaya zorlayacak anarşist perspektiften provokasyonlara ihtiyaç olduğuna inanıyordu. Kapitalizmin yüzünü, modern iktidarın yöneticilerinin yüzünü, sermayenin uşaklarının yüzünü… Bunun yanı sıra bütün tarihsel dönemlerden ziyaretçilerin olduğu bu maskeli baloyu izleyenlerin, bütün maskelerin altında hiçbir zaman ne iyileştirilebilecek ne de reforme edilebilecek, ancak her türlü yola başvurarak yok edilebilecek iktidarın yüzünü keşfetmelerine zorlamak gerektiğine inanıyorduk. SYRIZA’ya oy atmak için sandık başına sürüklenen bütün anarşistler duysun bunu.
Ancak SYRIZA’nın toplumsal mücadelelerin kurumsal kolu olmaktan ve seçim öncesi dönemde yürüttüğü sindirilebilir retorikten, hepimizin bildiği hükümet gerçekliğine hızlı bir geçiş yaptığı aşikâr hâle geldi.
Önündeki her şeyi silip süpüren uluslararasılaşmış baskı fırtınası, üstü kapalı olarak kapitalizmin yapısal krizine ve bunun toplumsal yaşamın her seviyesinde yeniden yapılandırılmasıyla ilgilidir. Vicdanlarını banka kredisi formunda kapitalist cennete üyelik kartları vererek satın aldıktan sonra, şimdi de onları demokrasinin herhangi bir çıkmazı olmadığına inandırmaya çalışıyorlar. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Ve bu da Sol’un dünya hegemonyasının stratejik doğrultularına yaptığı ne ilk ne de son önemli katkıdır. Karşı karşıya olunan baskı yapbozuna eklenen son parça ise Angeliki yoldaşın tutuklanması ve terörle mücadele dairesinin Ateş Hücreleri İttifakı üyelerine, onların dostlarına ve yakınlarına karşı yürüttüğü pogrom [kıyım] oldu. Hayatlarının bir dönemini demir parmaklıklar ardında geçirmiş olanlar, tutsaklığın her günkü tekdüze tekrarları boyunca kendileriyle beraber duranlara, sevdiklerine yönelik bu duygusal şantajın boyutunu kolayca idrak edebileceklerdir. Terörle mücadele dairesi ve hâkimler tarafından azmettirilen gerçek bir kâbustur bu. Eğer bu kişiler şahsî olarak ödeyecekleri bedeli üzerlerinden atabilirlerse; siyasi bedeller, onları siyasi efendilerinin üzerine kalacaktır. Ve onurluymuş gibi davranmaları adına, bırakın vakti geldiğinde yumruklarını kaldırsınlar. Böylece Ateş Hücreleri Komplosu tutsak üyelerinin ve açlık grevlerinin alacağı başarılı sonuç, isyancıların yakınlarına yönelik intikamcı zulmün yolunun tıkanması sonucunu verecektir. Aynı şekilde Savaşan Tutsaklar Ağı’nın, Maziotis, Koufodinas ve Gournas’ın ve yoldaşlarının zaferi, siyasi muhaliflere karşı hegemonya kurma saldırısından önce büyük bir engel ortaya koyacaktır. Bu bağlamda, isyancı tutsakların ve dayanışma hareketinin mücadelesinin önemi oldukça fazladır. Yalnız hapishane duvarlarında değil, aynı zamanda otorite (ve otoritenin imajı) üzerinde çatlaklar açma fırsatı önümüzdedir. Koşulları anlıyor, eylemlerimizi ortaklaştırıyor ve tutkumuzu her türden ve retorikten otoriteye karşı birleştiriyoruz. Çünkü özgürlüğü seven ve adaletsizlikten nefret eden herkes, hapishaneleri yok etmenin yollarını her zaman arayacaktır.

SÖMÜRÜ MEDENİYETİYLE ATEŞKES YOK

AÇLIK GREVCİLERİNİN MÜCADELELERİNE ZAFER
BÜTÜN TALEPLER DERHÂL KABÛL EDİLSİN
Nikos Romanos
Korydallos Hapishanesi E Kanadı, 15/3/2015.

Alıntı:
İsyandan

23 Mart 2015 Pazartesi

Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği


Bu topraklar üzerinde yaşayan anarşizmi incelemek, üzerine yorum geliştirmek tabi ki kolay bir iş değil. Özellikle son dönemde dünya üzerinde yaşanan toplumsal hareketlerle beraber düşünüldüğünde, anarşizmin toplumsal hareketler üzerindeki etkisinin giderek artmakta olduğu söylenebilir.
 Bu artan etki, kendini sadece anarşizmin doğrudan etkisi olarak göstermemekte. Anarşizmin siyaset arenasına soktuğu ve tartıştırdığı meselelerin ve kavramların, toplumsal hareketler üzerinde bıraktığı etkisi, hareketlerin mücadele hattı, yöntemi ve mücadelenin dayanağını oluşturan noktaları bütünüyle değiştirerek kendini göstermektedir. Bu değişimi, bu coğrafya üzerindeki toplumsal hareketlerde de gözlemlemek mümkündür.
Tüm bu dolaylı etkilerin yanında, anarşizmin doğrudan toplumsal hareketlere etki eden yanını içinde bulunduğumuz on senelik süreçte yaşamaktayız. Anarşist bir mücadelenin gelenek haline geldiği topraklardaki deneyimler, mücadelenin kendini yeni göstermeye başladığı diğer coğrafyalar açısından yardımcı olma niteliği taşıyor. Öte yandan anarşizmin yerelliklere özgü mücadele anlayışını savunan doğasıyla, bu deneyimlerin farklı özgün koşullarda nasıl daha da farklılaştırılabileceğini gözler önüne seriyor.
Bu topraklardaki anarşizmin, belki de taşıması gereken en önemli özelliği bu. Kendi özgün koşullarında kendini yaratan, kendi coğrafyasındaki mücadelelerin geleneğini bünyesinde barındıran, daha örgütlü, devrimci ve iktidarın bütün yeni biçimlerine karşı yaratıcı ve kalıcı faaliyetler ve söylemler geliştirebilen bir anarşizm.
Tüm bu kaygıları barındıran bir bakış açısıyla, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde faaliyet yürüten, yürüttükleri faaliyetlerle mevcut siyasete etki eden anarşist hareketleri, örgütlenmeleri ve anarşistleri Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla birlikte irdelemeye başlıyoruz. Bu bölümünde çok derine inmeden Osmanlı’daki anarşizme genel hatlarıyla değinerek bir giriş yapmaya çalıştık. Şu ana kadar, Osmanlı’nın son dönemlerinde anarşist harekete ilişkin yazılanların yetersizliğini göz önünde tutarak hazırlayacağımız bu yeni bölümle, aynı zamanda boşluk gördüğümüz bu literatüre katkı yapmayı umuyoruz. Yine aynı bölüm kapsamında, Dario Antonelli’nin Meydan Gazetesi için kaleme aldığı İtalyan İşçileri Birliği’yle ilgili köşe yazısını da yayınlıyoruz.
Osmanlı’da Anarşizm
Anarşizmin bu topraklarda toplumsal bir etki yaratabilmesi, çok da uzak olmayan bir geçmişe sahip olsa da, anarşizm, bu coğrafyadaki başkaldırı ve mücadele geleneğiyle bağını kurabildiği oranda “sadece bir entelektüel çaba” olmaktan çıkabilmiştir.
Bu coğrafyada, kökleri 19. yüzyılın sonlarına kadar ulaşan anarşizmin, dönemin bütün dünyada ses getiren anarşist yönelimlerinden etkilenmemesi imkansızdı. “Eylemle propaganda” döneminin en etkili olduğu yıllarda, Osmanlı Devleti’nde anarşizmin kök salmaya başlaması rastlantı olmasa gerek. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik unsurların (özellikle Ermenilerin), özgürlükleri için girişmiş olduğu bir dizi “eylemle propaganda” sadece yöntemsel bir tercih değildi. Anarşizm, Osmanlı Devleti içerisinde Ermenilerin bir dizi örgütlenmesinde ideolojik olarak da yer bulmuştu.
Aleksander Atabekyan
Aleksander Atabekyan
Bu ideolojik örgütlenmede, Kropotkin’e yakın isimlerden biri olan Aleksandr Atabekyan’ın rolü büyüktür. 1891’e kadar birçok Batılı anarşistle iletişim halinde olan Atabekyan, dönemin tüm Ermeni devrimci hareketlerinde önemli bir kişiliktir. 1891’de, Londra’da aralarında Kropotkin’in de bulunduğu bir toplantıda Rusça makaleleri basmayı ve yaşadığı coğrafyaya ulaştırmayı üstlenir. Bu niyetle 1895’te Hamanykh’yi (komün) basar. Dergide sadece anarşizm ve Ermeni Devrimci Hareket’e ilişkin makaleler yoktur. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yürüttüğü Ermeni katliamı da derginin önem verdiği konular arasındadır.
Atabekyan, Ermeni Devrimci Federasyon’un içinde de önemli bir yere sahiptir. Bu federasyonun II. Abdülhamit’e girişeceği suikastler, bu eylem biçiminin Osmanlı Devleti’nde giderek artan bir siyasal ifade biçimi kazanmasına neden olacaktır.
Atabekyan’la hemen hemen aynı döneme denk düşen, anarşist yazının ilk eserini Kıbrısizade Osman Bey’in Fransızca yazdığı “Socialisme et Anarchie” oluşturur. Kitap, Sofya’da 1895’te basılmıştır. Bu kitap, anarşizm üzerine basılmış ilk kitaptır. Kitabın, anarşizm tarihinde çok sönük kalmış, ancak anarşist hareket açısından bir o kadar da zengin bir tarihe sahip Bulgaristan’da çıkması gayet anlamlıdır.
Bu dönemin politik zenginliğinin içinde, özellikle Ermenilerin ve Yahudilerin anarşist girişimleri dikkat çekmiştir. Osmanlı içindeki bu anarşist çevrelerin faaliyetleri, modernleşmeye çalışan Osmanlı içerisindeki, modern Batıya daha yakın (hem düşünsel, hem mekânsal) konumları olabilir. Ancak akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da, özellikle Batı dışı anarşizmlerin bu çevrelere etki edebileceği olasılığıdır. Nitekim bu girişimlerin Sofya ve Selanik menşeili girişimler olması dikkat çekicidir.
1910’da, yani Haydar Rıfat Beynelmilel İthal Fırkalar içindeki “Anarşist Fırkalar; Proudhon-Bakunin”e yer verdiği tarihte, bu coğrafyadaki birçok ideolojiye kaynaklık eden İştirak ilk sayısını çıkarttı.
İştirak’ta anarşizm ve anarko-sendikalizmle ilgili de birçok makale yayımlanmıştı. Sosyalist bir çizgiye daha yakın olan gazetede, bu makalelerin yayınlanmasında Baha Tevfik’in etkisi göze çarpmaktadır. Baha Tevfik, 1914’te ölene kadar, İştirak içinde, anarşizmin kendine yer bulmasını sağlamıştı. Materyalizm, Nietzsche, birey vb. konularda yazılarıyla Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Hüseyin Hilmi gibi önemli karakterlerin arasında kendine özgün bir yer edinebilmiştir. Yazdığı “Felsefei Ferd” kitabıyla, liberal olduğu tartışmalarına net bir cevap vermiştir.
İştirak içerisindeki “anarşist çevreler”in, Atabekyan ya da Selanik’te faaliyette olan “anarşist çevrelerle” ilişkisine dair hiçbir veri bulunmamasına rağmen, İştirak’ı hazırlayan düşünsel süreçlerde, özellikle Selanik’te faaliyette bulunanların etkisi göz ardı edilemez. Müslüman olmayan tebaada anarşizm, Osmanlı Devleti karşısında radikal bir tutuma bürünerek radikal eylemleri de içeren bir harekete dönüşmüş, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan aydın çevre içerisinde anarşizm aynı zamanda entelektüel bir birikimin oluşmaya başladığı bir düşünce de olmuştur.
Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler : İtalyan İşçi Birliği
Ondokuzuncu yüzyılın 70’li ve 80’li yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girdiği, hükümetin zayıfladığı, Mısır üzerindeki hâkimiyetin zayıfladığı, Balkanlar’da savaşların ve ayaklanmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu durum, Akdeniz’in doğu havzasının, enternasyonalistlerin ve devrimcilerin dikkatlerini yönelttiği bir coğrafya olmasına yol açmıştı.
Aynı dönemler, bahsi geçen bütün bu bölgelerde enternasyonalistlerin ve devrimcilerin, İtalyan göçmen işçiler ve sınırdışı edilen siyasi işçilerin oluşturduğu grupları örgütlediği dönemlerdi. 1870’de aralarında anarşistlerin de olduğu kalabalık İtalyan topluluklarının yaşadığı Mısır-İskenderiye’de ilk anarşist örgütlenmeler oluştu. Bu örgütlenmelerden biri, 1877’de Verviers’teki (Belçika) AIT kongresinde temsil edildi.
Aynı süreçte İstanbul’da, İtalyan İşçi Birliği (La Società Operaia Italiana di Mutuo Soccorso) 1863’ten beri faaliyet gösteriyordu. Bu birlik, sürgündeki 14 İtalyan işçi tarafından kurulmuştu. Radikal düşüncelerden etkilenen bu birliğe sadece işçiler üye olabiliyordu.
Osmanlıda-Anarşizm3-186x300
30 Nisan 1876’da, AIT’in İsviçre seksiyonunun çıkardığı “Jura Federasyonu Bülteni”nde bir makale, Türkiye’deki duruma adandı. “Türk hükümeti sıkıntıda… Hersek’teki savaş İstanbul’da bir devrime yol açabilir” başlığıyla verilen haberde, altı aydır ücretleri ödenmeyen tersane işçilerinin Donanma Bakanlığı’na gittiği, burada bakanın işçilerin delegesini yumrukladığı, sonrasında Veziriazam’a gittiğini, buradan da kötü bir şekilde kovulduğunu, son olarak da padişahla görüşmeye saraya gittikleri, ancak saraya girmeden iki birlik asker tarafından etraflarının sarıldığı yazıldı.
Selanikli Gemiciler
Selanikli Gemiciler
1878 Eylül’ünde İtalyan anarşist Errico Malatesta İskenderiye’dedir. Kasım’da İtalyan Konsolosluğu’nun önünde gerçekleştirilen bir eyleme katılan diğer anarşist eylemcilerle beraber, Fransız gemisiyle doğrudan Suriye’ye sürgün edilir. 1881’de, Londra’da düzenlenen anarşist kongrede, hem Osmanlı hem de Mısır temsil edilmiştir. Errico Malatesta, sadece Mısır Federasyonu değil, aynı zamanda İstanbul’daki anarşist örgütlerin de delegesi konumundadır.
Bu birkaç veri bile tarihin bu belirli kesitinin tam anlamıyla keşfedilmeye ve tekrar değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Özellikle Avrupa anarşizmi ve enternasyonalist hareketi ile genelinde Akdeniz havzasında, özelinde Türkiye’de anarşizmin ve işçi hareketlerinin arasındaki ilişkiye odaklanan çalışmaları devam ettirmeye daha fazla ihtiyacımız var.
İtalya Anarşist Federasyonu’ndan Dario Antonelli
* Bu yazı Meydan Gazetesi“>Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.